Genetik alanı o kadar karmaşık ki, bu konudaki hikaye halkın anlayabileceği şekilde basitleştiriliyor. Basitleştirilmiş hikaye, DNA’nın “yaşamın kodu”nu içerdiği ve döllenmiş bir yumurta anne rahminde oluştuğu anda devreye giren bir ana plan olduğu yönündedir. Bu planın ortaya çıkışıyla, bir insan tek bir hücreden 37 trilyon hücreye dönüşür. Geleneksel görüş, genlerimizin ürünleri olduğumuzu söyler. Ancak, giderek artan kanıtlar, genetikte “yetiştirmenin” (çevresel faktörlerin) “doğadan” (genetik yapıdan) çok daha büyük bir rol oynadığını göstermektedir. Genetik söz konusu olduğunda, “yetiştirme” etkilerini epigenetik aracılığıyla “doğa”ya uygular; bunu Super Genes kitabımızda ayrıntılı olarak ele aldık.

“Yaşamın kodu” hikayesi ne kadar etkileyici olsa da, bu hikayeye giderek daha fazla genetikçi şüpheyle bakıyor; hatta genler hakkında birçok şeyi yanlış anladığımızı düşünüyorlar. Aynı zamanda, genler ve yaşam tarzı arasındaki etkileşimlere dayanan, insan gelişimiyle ilgili daha gelişmiş bir tablo ortaya çıkıyor. Bu devrim, Nautilus.com‘da yer alan “It’s the End of Genes as We Know It” başlıklı makalede çok güzel bir şekilde açıklanıyor. Yazar Ken Richardson, insan gelişimi konusunda bir uzman ve DNA’nın belirleyici etkileri hakkındaki abartılı varsayımların, on yıllar önce Nazi ideolojisinin “üstün ırk” kavramında olduğu gibi, ırkçılığı teşvik eden sosyal politikalara yol açabileceğinden endişe duyuyor. Bunun bir örneği, DNA’nın yapısını 1953’te keşfeden Nobel Ödüllü James Watson’dır. Watson, siyahi insanların ve kadınların genetik yapıları nedeniyle daha az zeki olduğunu öne süren ayrımcı görüşlerini sürekli olarak dile getirdiği için, uzun yıllar çalıştığı Cold Spring Harbor Laboratuvarlarındaki tüm unvanlarından men edildi.

Richardson’ın makalesi, bu konuyu herkesin günlük hayallerine ve hedeflerine dokunan bir boyuta taşıyor. Geleneksel “yaşamın kodu” hikayesinin temelinde devasa boşluklar var ve bu boşluklar her geçen gün büyüyor. Richardson’ın argümanını ayrıntılı olarak okumak gerekli olsa da, işte özet: DNA’nın amacı, hücrelerin temel yapı taşları olan proteinleri ve bu proteinleri üreten genleri düzenleyen diğer ürünleri üretmektir. Ancak DNA, hücrelerin, dokuların ve organların bu proteinleri kullanma biçimlerinin çok çeşitli yollarını tek başına açıklayamaz. DNA’nın, bir kişinin beden, zihin ve davranışsal özellikleri için nihai bir plan olduğunu varsaymak geçerliliğini kaybetmiştir.

Son araştırmalar, hücrelerin kendi zekalarına sahip olduğunu göstermiştir. Richardson’a göre hücreler, sperm ile yumurtanın döllenmesi anından itibaren kendi yapılarını dinamik bir şekilde değiştiren sistemlerdir. Bir hücre küresi oluşur oluşmaz, hücreler arasında kimyasal sinyallerle “fırtınalar” halinde iletişim başlar. Bu sinyallerin içindeki istatistiksel desenler aracılığıyla, yine sıfırdan talimatlar oluşturulur. Görünüşe göre, DNA’dan tamamen bağımsız olarak, bir hücre, amino asitler, yağlar, vitaminler, mineraller, enzimler ve RNA gibi çeşitli nükleik asitler dahil olmak üzere içerdiği tüm bilgileri düzenlemektedir. Hücrenin çalışması için gerekli bu bileşenlerin tümü genlerimiz tarafından önceden belirlenmiş değildir.

Ortaya çıkan yeni görüşe göre, hücre DNA’yı kontrol ettiği kadar, DNA da hücreyi kontrol eder. Görünüşe göre DNA, evrimin daha geç bir aşamasında ortaya çıktı. Milyarlarca yıl önceki ilk aşamalarında hücrelerin DNA’sı yoktu; bunun yerine muhtemelen proteinlerin şablonu olarak RNA kullanan, kendine yeterli moleküler çorbalar halindeydi. Bu çorba bir şekilde kendini düzenlemeye başladı ve zamanla düzenli olarak ihtiyaç duyulan kalıcı yapılara yol açtı. Bu yapıların bilgisi, pasif bir veri tabanı gibi işlev gören DNA olarak kodlandı.

Bu yeni anlayışın doğrulamalarından biri, hücrelerin aslında epigenetik yoluyla kendi DNA’larını değiştirebilmesidir. Bu, bir hücrenin yaşamının zeki, dinamik, değişen koşullara duyarlı ve yaratıcı olduğu anlamına gelir. DNA’nın bu özelliklerin hiçbirine sahip olmadığı açıktır; DNA, yalnızca protein üretiminde rol oynar. Richardson, DNA’yı bir hücrenin varlığının gerekli bir parçası olarak doğru yere oturtan başka bir şeye dikkat çeker: “Daha şaşırtıcı olan ise, genomun yüzde 5’inden daha azının protein yapmak için kullanıldığının fark edilmesidir. Çoğu, diğer genlerin nasıl kullanılacağını düzenleyen geniş bir RNA faktörleri yelpazesi üretir.”

Bir hücrenin yaşamı dinamik, zeki, kendini düzenleyen ve yaratıcıysa, karmaşık yaşam formlarının –Homo sapiens dahil– aynı özellikleri göstermesi şaşırtıcı değildir. Ancak bu özellikler nereden geliyor? Şu anda yeni hikaye, bilgi ve karmaşıklık olmak üzere iki faktöre dayanıyor. Temel “moleküler çorbanın” bilgi alışverişi ve sayısız molekül karışırken ortaya çıkan istatistiksel olasılıklar yoluyla karmaşık yapılar oluşturmayı nasıl başardığı tartışılıyor.

Ama bu mümkün mü? Birinin zekice ifade ettiği gibi, karmaşıklığın insan beyni gibi karmaşık bir yapının davranışını açıklamaya yeterli olduğunu söylemek, bir desteğe yeterince kart eklenirse kartların poker oynamaya başlayacağını söylemek gibidir.

Super Genes kitabımızda bu konuları ayrıntılı olarak ele alıyoruz. Varsayımımız, bir hücrenin, dokunun, organın, sistemin veya tam bir kişinin, altında yatan bir bilinç alanının ifadeleri olduğudur. Ancak bilinç, açıklanması gereken zekayı, kendini düzenlemeyi, dinamizmi ve yaratıcılığı gerçekten açıklayabilir. Bu özelliklerin hücre düzeyinde takip edilebilmesi iyi bir haberdir. Ayrıca, DNA tarafından kontrol edilen robotlar olduğumuz fikrinin çürütülmesi de iyi bir haberdir. Ancak bir o kadar önemli olan bir sonraki adım, yaşamın tek temeli olarak fiziksel maddeyi savunmayı bırakmak ve bilinci de bu denkleme dahil etmektir. Bizi bu çıkmaza sokan, maddeselcilik ideolojisiydi.

Yazarlar:

Deepak Chopra MD, FACP, Chopra Vakfı’nın kurucusu ve Chopra Sağlık Merkezi’nin eş kurucusu olarak bütünleyici tıp ve kişisel dönüşüm alanında dünya çapında tanınan bir öncüdür. İç Hastalıkları, Endokrinoloji ve Metabolizma alanlarında sertifikalıdır ve Amerikan Klinik Endokrinologlar Birliği üyesidir. Rudolph E. Tanzi, Ph.D., Harvard Üniversitesi’nde Nöroloji Profesörü ve Massachusetts General Hospital’da Nöroloji Başkan Yardımcısıdır. Alzheimer hastalığı konusunda uluslararası alanda tanınan bir uzmandır.